Suna Pekuysal Kimdir?

Suna Pekuysal Kimdir?

Suna Pekuysal Kimdir?

Suna Pekuysal kimdir?

Babasının kendisine çizdiği kader ve annesinin gönlünü kaptırdığı tiyatrodan boynuna taktığı madalyon ile tutkulu bir ömür süre, sinema ve tiyatronun huysuz ve tatlı kadını, Suna Pekuysal’ın hayat hik

Suna Pekuysal

O tutkulu bir oyuncu, vazgeçmeyen bir kadın ve pes etmeyen bir anne. Kalbine inanç olarak işlediği ne varsa hep peşinden koşmuş. Kah babasının vazgeçtiği yerden sarılmış hayata, kah annesinin içinde kalanların peşinden sürüklenmiş. Ama sonunda kendi doğrularıyla hepimizin sevgilisi Suna Pekuysal olmuş…

Bir röportajında sormuşlar, “Geri dönme şansınız olsa neyi değiştirmek istersiniz?” diye. “Çocukluğumu yaşardım” demiş. Belki de oğlunun çocukluğunu yaşadığına şahit olmak, buna vesile olmak için vazgeçmedi ondan; sağlığından geçme pahasına.

Bunca güçlü ve kararlı olmak her insanın yapabileceği bir şey değil. O, bunu başarıp boynundaki madalyonu gururla taşımıştır eminim. Annemiz, babamız bize hep güzel yollardan öğretmezler hayatı. Şükürler olsun ki, Suna öğrendiklerini uygulamanın yolunu bulmuş. Ya da en azından benim hissettiğim bu.

Sen iyi ki var oldun kadın!

İyi ki doğdun!

Suna Pekuysal

Suna Pekuysal’ın Çocukluğu

Suna, 24 Ekim 1933’te İstanbul’da Hadiye Hanım ve İlhami Bey’in biricik kızları olarak dünyaya geldiğinde babacığı, ona, “Adile Suna” adını vermişti. Şu dünyaya sıradan bir “Merhaba” olmadı onunki. Kaderi, babasının kaderinden şekillendi. Belki de kararlarından demek daha doğru olurdu…

İlhami Bey, Harbiye’de okuyordu ve burada attan düşerek kalçasını kırmıştı. Dönemin tıp koşulları ve belki biraz da ihmal sebebiyle İlhami Bey’in kırığı yanlış kaynamıştı. 20’sinde gencecik bir delikanlıydı. Hayatını koltuk değnekleriyle geçiremeyeceğine karar verdi ve kendini önce yatağa sonra da hayata kapattı. Şu hayatta yaşayacağı çok az zamanı olduğuna inanıyordu; 7 yılı kaldığından habersizdi. 27’sinde hayata veda etmeden bir buçuk yıl önce komşu kızları Hadiye ile hiç çıkmadığı o yatağında evlendi. Adile Suna’sı doğduktan 7 ay sonra da dünyadan göçtü gitti. Adile, annesinin; Suna ise, çok sevdiği bir tangonun adıydı. Güzel kızına doğar doğmaz bu iki ismi uygun görmüştü.

İlhami Bey öldüğünde Soyadı Kanunu henüz çıkmamıştı. Suna’ya da annesinin soyadı Pekuysal’ı kullanmak düştü. Sanatla dolup taşacak gönlüne büyük bir aşk ve babasız kalbine de bir baba edineceği çocuk yaşlarını yaşıyordu Suna…

Suna Pekuysal

Çocuk yaşlarda tiyatro

Suna, aslında Cağaloğlu Halkevinde büyümüştü. Sahneye sevdalı anneciği, burada, profesyonel tiyatronun olmadığı şu yıllarda, amatör tiyatroculuk yapıyordu. Suna’nın okul dışında kalan tüm zamanları annesiyle birlikte burada geçiyordu. Halkevi oyunlarının dekorunu hazırlayan Reşat Bulaner de, Suna’nın bir yanı asi, ama ille de güzel o kalbine ikinci baba oluvermişti.

Babası dekoru yapıyor, annesi o dekorda oynayan oyunculardan biri oluyordu. Tıpkı yıllar sonra kalbini kaptıracağı adamla yaşayacakları gibi…

Bu arada Suna, İstanbul Belediye Konservatuvarı Şan ve Bale Bölümü’nde öğrenim görüyordu. Armut anacığının dibine düşecekti elbet. 1949’da İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun çocuk bölümünde, Kadri Ögelman’ın “Artist Aranıyor” adlı oyununda ilk kez sahneye çıkacaktı 14’ünde. 3 sene sonra onu, Dram Bölümü’ne alacaklar ve Suna, bir daha hiç inmeyecekti sahneden…

Suna Pekuysal

Suna Pekuysal’ın Darülbedayi zamanları

Darülbedayi kurulmuş; ancak annesi Hadiye Hanım, ikinci evliliğinden dünyaya gelen iki kızının varlığı sebebiyle oraya geçememişti. Elbette bu tiyatrodan vazgeçtiği anlamına gelmiyordu. En azından izleyici olarak da olsa hep devam edecek; ki çoğunda Suna’yı izleyecekti. Ona hep şöyle diyordu: “Beni sen tamamladın yavrum, sende gerçekleştirdim yapamadıklarımı”…

Suna, belki babasının kendine çizdiği kaderden şekillenen yolda yürüyordu; ama annesinin de hayalleri vardı. Bu muntazam bir uyumun madalyonu gibi gökyüzünden iniyor, aralarındaki bağı kuvvetli tutuyordu sanki.

Annesi gidemese de, bir gün Darülbedayi yolları Suna’ya göründü. Darülbedayi Çocuk Tiyatrosu kurucularından Ferih Egemen, Halkevine geldiğinde annesinin provasının bitmesini bekleyen küçük Suna’yı aldı ve götürdü. Henüz 13 yaşındaydı; ama Suna, “Efe Ali” adlı oyunda masal anlatan İnci Abla rolüyle Darülbedayiye ilk adımını atmıştı. Sonra Sihirli Pabuçlar geldi; Pollyanna’lar, Külkedileri, Kırmızı Kediler derken, sahneden pırıl pırıldı…

Çocuk oyunlarında oynuyordu, evet. Ama bu oyunlara çocukları bahane ederek büyükler de geliyordu. Artık Ankara’da konservatuvar okuma yolu görünmüştü. Çok yetenekliydi Suna. Ancak başvuru tarihini kaçırınca bu eğitimi almak kısmet olmadı. Zaman hızlı akıyordu. Bir sonraki başvuru tarihini beklemektense halihazırda Dram Tiyatrosu’ndan gelen küçük rolleri değerlendirdi. “Gelin” adlı oyundaki bulaşıkçı kız rolü, Suna’nın ilk önemli rolü oldu. Kalbi canına sığmıyordu. Oysa ikinci perdenin sonunda söylediği bir tek cümle vardı: “Af edersiniz efendim, geçiyordum da…”

Küçücük rollerle sahnede devleşmeyi öğrendiği Hocaları bakımından çok şanslıydı Suna. Vasfi Rıza, Reşit Gürzap, Şevkite Mav, Mahmut Moralı… Kimler yoktu ki!

Sonradan Ahududu oyununda misafir olarak yine çıkacaktı Şehir Tiyatrosu’na. Yıllar sonra Savaş Ay’a verdiği röportajında da şöyle diyecekti: “Darülbedayiden beri aşkımızın merkezi orasıdır”.

Suna Pekuysal

Ölü Yıkayıcı Suna

Suna’nın gönlü tiyatroyla dolup taşıyordu, evet; ama o zamanlar o en iyi rolleri kapmak da öyle kolay değildi. Sahneye had bilinerek çıkılırdı ve önce iyice pişmeyi beklemek gerekirdi. Öyle kolay yutulmazdı ya o lokma. Haliyle bu durumu kaldıramazdı genç bedenler; ne çok ağlarlardı bize rol verilmiyor diye…

Suna’da muziplik de vardı biraz. Bu hali bu konu ile birleşti ve şöyle bir anı bıraktı ona. Tepebaşı Dram Tiyatros’nda Cahide Sonku, Bedia Muvahhit, Şükriye Atay ve Şaziye Moral bir sohbetin ortasındaydı ki, Suna yanlarına geldi ve “Yahu ne zaman öleceksiniz de bir rol oynayabileceğiz?” deyiverdi. “O ne biçim laf!” diye çıkışsalar da pek eğlenmişlerdi doğrusu…

Elbette zamanı geldiğinde bu özel isimlerle aynı sahneyi paylaştı. Ama bu anları çok da kovaladı. Yeni Sahne’de “Çöpçatan” adlı oyun sergileniyordu. Bir gün Şükriye Atay, Suna’nın şansını döndürecek o cümleyi kurdu: “Yerime birini bulun, sesim çok kötü, galiba oynayamayacağım”. Suna’nın ise bundan haberi yoktu, o kulis kolaçan etme rutinini gerçekleştiriyordu. O sırada Atay’ın gözüne ilişti Suna. Birden “Ölü yıkayıcı geldi!” diye bağırıverdi…

Bu anı çok sonra şöyle dile getirecekti Suna: “Onun için geldiğimi zanneti herhalde, o anda sesi açıldı”.

Suna Pekuysal

Ve başka lakaplar

Henüz dişinin kovuğunu dolduracak bir rol kapamamıştı Suna. Bunun için de sürekli kulislerde geziniyordu. Evet, yasaktı; ama onun umurunda mıydı hiç? Bir gün yine dalmış kulisten provayı izliyordu ki, Muhsin Ertuğrul’un eli kavrayıverdi kulağını. O gün, onu oracıkta “Kulis Faresi” ilan ediverdi…

Yine de uslanmak bilmiyordu işte. Bir başka oyunda da fark edilmemek için perdeye sarınmıştı. Tabii perdenin vakti geldiğinde kapanacağını hesaptan kaçırmıştı. Perde kapandığında üzerinde Kulis Faresi de onunla birlikte sahnenin ortasındaydı. Bu kız gerçekten de kovmakla gitmiyordu…

Sonraki yıllarda da provalardan nefret ettiği için Haldun Dormen, ona “Prova Cadısı” demeye başladı. Oyuna çıkana kadar öylesine sabırsızdı ki, oyuna çıktığında ise ondan keyiflisi yoktu.

Yıllar sonra Haldun Dormen, Suna Pekuysal’ı şöyle anlatacaktı: “Oraya çıkınca her şeyi unutturuyor, sanki dimdikmiş gibi görünüyor ve 18 yaşındaki bir gencin enerjisiyle seyircisini mest ediyordu”.

Suna Pekuysal

(Eşi Ergun Köknar ile)

Suna Pekuysal evlendi

Suna, sahnede bir yıldız olmuş parlıyordu adeta. Çok çalışıyor, işini aşkla yapmanın meyvelerini topluyordu. Elbette onun da hayatına bir erkeğin aşkı da dokunacaktı.

Gerçekten de çok çalışıyordu Suna, öyle yönetmenin verdiğiyle yetinmiyordu; oldukça disiplinliydi. Söz konusu tiyatro olduğunda odağında sadece o oluyordu ve haliyle Ergun’u (Köknar) da fark etmesi zaman alacaktı. 1963’te, Cevat Fehmi’nin “Küçük Şehir” oyununda bir rolü vardı. Yine onu derinlemesine çalışmanın peşindeydi. Dekorcu ve rejisör Ergun Köknar’a: “Seninle aynı yöre insanını oynuyoruz. O bölgedeki ağzı ortak tutturamazsak komik oluruz. Beni çalıştırır mısın?” dedi.

Ergun, aslında Suna’yı pek beğeniyordu; ama belli de etmiyordu. Şu aşkın ilk zamanları; söylese bir türlü, söylemese çatlatacak onu kalbine sığdıramadıkları… Çalıştılar birlikte. Suna kendini rolüne kaptırmış, Ergun da Suna’ya… Oyun sahnelenmeye başladı.

Sonunda Ergun’u çatlatacak olan şu kalbe sığmayanlar, sahnede patladı. Bir gün oyunu oynarlarken repliğini yarıda kesti Ergun, Suna’nın. Sahnede oyuncular kalakalmış, seyirci de anlamamıştı ne olduğunu. Şöyle bir baktı etrafına ve avaz avaz döküldü cümleler sanki dilinde; tek solukta: “Ey ahali, ey buradakiler! Hepiniz şahit olun ki, ben bu kızı tez vakitte Allah’ın emriyle alacağım”.

Herkes şaşkındı; ama en çok Suna. Sonrası hep sevgi, hep aşk… Suna’nın kalbinin yarısını dolduran tiyatronun yanına gelip yerleşti bu iri kıyım adamın hassas, sevgi dolu kalbinin yarısı.

Bu evlilik, onlara Sait Ali adını verdikleri bir de çocuk getirdi…

Suna Pekuysal

Anne Suna

Evet, evlilikleri onlara bir bebek verdi; ama bu o kadar kolay olmadı. Onunki sıradan bir doğum değildi. Kendi bedenine getireceği değişiklikler olacaktı. Evliliği geciktirdiğinden, 39’unda hamileydi Suna. Bir film çekimi sırasında düşmüş ve omurgasına zarar vermişti. Dokuz ay boyunca bebeğin vereceği ağırlığı taşıması çok riskliydi. Ali Sait’i doktorların ve eşinin tüm itirazlarına rağmen doğurdu.

Kimseyi dinlememişti; kulağı anneliğindeydi. Ancak doğumdan bir soru işareti şeklinde çıktı. Omurgası iyice zedelenmişti. Pek çok ameliyat geçirse de görünümünde değişiklik olmadı.

Ama Suna bunu pek önemsemedi ve zamanla insanlara da unutturdu. Hem oyunculuğuna da engel olmasına izin vermemişti. Babasının içine kapandığı kaderinden doğan hayatı, onun oğluna ve oyunculuğa tutunduğu yerden aşkla devam ediyordu…

Suna Pekuysal

Lüküs Hayat’ta 14 yıl

Suna’nın en uzun soluklu rolüydü Lüküs Hayat’taki. Bu müzikali Ekrem Reşit Rey 1933’te yazmış, Cemal Reşit Rey bestelerini yapmış, Haldun Dormen de 1984’te İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sahnelemeye başlamıştı.

Sahneyi Zihni Göktay ile tam 14 sene aralıksız paylaştı. Bu onun kendi rekoruydu. Savaş Ay röportajında bunu hatırlattığında ise şöyle demişti: “Orada esas rekor Zihni’nin; 20 yıl oynadı”.

Suna Pekuysal

(Keloğlan)

Beyazperde ve televizyonda Suna Pekuysal

Tiyatro gönlünü kaptırdığı ilk aşk olsa da, kamera karşısına da geçti elbet Suna. Kamera karşısına ilk kez 1951’de, “Evli mi Bekar mı” adlı kısa film ile geçti. Oynadığı ilk sinema filmi ise, 1952’de oynadığı “Can Yoldaşı” oldu.

Ömrüne neredeyse 250 oyun ve 100 film sığdırdı. Sinema ve tiyatronun Huysuz ve Tatlı Kadını olan Suna, sıcak aile komedilerinin de vazgeçilmez oyuncusuydu. Tıpkı tiyatroda olduğu gibi, sinemada da birçok kez küçük oyunları ile devleşti. Onun sıcacık gülüşü sizin de hatırınıza düştü mü? “Hayat Sevince Güzel” geçti şimdi gözlerimin önünden… “Hüdaverdi”yi de hatırladınız mı?

Peki ya Keloğlan’ın anası Suna’yı… Filmde hiç adının geçmediğini, yalnızca Keloğlan’ın ona, “Ana” dediğini fark etmiş miydiniz? Aslında belki de ihtiyacı yoktu; inanıyorduk çünkü, o, Keloğlan’ın anasıydı…

Yeşilçam’ın özel isimlerinden olmasının yanında bir de daha yakın zamanlardaki filmlerden de tanıyoruz onu aslında. Yedi Kocalı Hürmüz’de ne çok güldürmüştü yine örneğin…

Suna Pekuysal

(Yeter Anne)

Bir de TV dizileri vardı elbet. İlki 1979’da yayınlanan “Tatlı Çarşamba” oldu. Elbette pek çok dizide de vardı. Ancak birkaç tanesini söylemek gerekirse, 1993 – 1997 yılları arasında fırtınalar estiren “Süper Baba”da, 2002’de yayınlanan “Ekmek Teknesi”nde, 2004’te yayına başlayan “Avrupa Yakası”nda yer aldı.

Yine de dizi denildiğinde onu en çok Özkan Uğur ile başrolleri paylaştığı 2002’deki “Yeter Anne”den hatırlıyoruz. Bir röportajında bu dizideki rolü için şöyle diyordu Suna Pekuysal: “Yeter Anne’deki rol, sanki benim için yazılmış. Ben oynamıyorum ki; öyleyim. Sağım solum belli olmaz, birden parlarım. Ama bak insan olarak uysalımdır, her şeye uyarım. Parlasam da saman alevi gibi hemen sönerim; hiç kin tutmam”.

Suna Pekuysal

Suna Pekuysal emekli oldu (mu)

Büyük bir başarıydı onunki. Ömrünü, sevgisini adadığı tiyatroda, özellikle Lüküs Hayat ile yediden yetmişe her yaştan seyircinin gönlüne ulaşmış; bir tatlı nostalji yaşatmıştı. Bu oyunda tamamladığı 14 yıl ve Şehir Tiyatroları’nda dopdolu geçen 54 yılın ardından, 24 Ekim 1998’de Şehir Tiyatroları’ndan emekli oldu; ya da olması gerekiyordu. Ama o bunu “Sanatçının emeklisi olmaz. Sahnede ölmek istiyorum!” diyerek reddediyordu.

Haliyle bir köşeye çekilmedi ve devam etti. Joseph Kesselring’in yazdığı, Çetin İpekkaya’nın yönettiği, Şehir Tiyatroları’nda oynanan “Ahududu”da misafir oyuncu olarak bulundu. Yine sahnede parlıyordu…

Suna Pekuysal

Suna Pekuysal’ın Ödülleri

Rolün büyüğüne küçüğüne bakmadan sahnede olmanın mutluluğunu yaşayan ve bunu syircisine hissettiren Suna Pekuysal, her zaman Türk tiyatro ve sinemasının en iyileri arasında anıldı. Elbette sanat yaşamı boyunca birçok ödül de kazandı.

1979’da Fakir Baykurt’un uyarlaması “Tırpan”daki rolüyle 1980 Avni Dilligil ve Ulvi Uraz Ödülleri’ne; “Lüküs Hayat”taki enfes performansıyla da 1986 Sanat Kurumu ve 1987 İsmail Dümbüllü Ödülleri’ne layık görülmüştü.

1997’de gerçekleşen 16. İstanbul Film Festivali’nde Onur Ödülü verilirken, 2003’te gerçekleşen 25. Siyad Türk Sineması Ödülleri’nde de “İnşaat” filmindeki rolüyle “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” oldu.

Suna Pekuysal

Suna Pekuysal’ın Ölümü

Sanatla var olmuş, sanatla yaşamıştı. Ancak nihayetinde ölümlü dünyaydı. Neyse ki bu huysuz ve tatlı kadın da ölümsüzlüğü keşfedenlerdendi. Sanatçı olmanın getirdiği huzurla gidecekti bu dünyadan…

17 Temmuz 2008’de evinde düştü ve kalça kemiğini kırdı. İstanbul Tıp Fakültesi’nde tedaviye alındı. Ameliyatın ardından yoğun bakıma alınmış ve solunum cihazına da bağlanmıştı. Ancak bedeni sadece 5 gün dayanabildi. 22 Temmuz’da, saat 10.30’da Suna Pekuysal’ın kalbi durdu.

İstanbul Şehir Tiyatrosu Reşat Nuri Sahnesi’nde ona yakışır bir veda töreni düzenlendi. Oğlu, annesini uğurlayacak son konuşmasını yaptı. Suna Pekuysal, Merkezefendi Mezarlığı’na defnedildi.

Bir şeylere bunca bağlı ve tutkulu yaşamayı bilmiş bir kalbin durması bilinen tüm ölüm gerçekliği karşısında bile ne şaşırtıcı aslında. Her rolün hakkını veren, adını andığımızda dahi yüzümüze bir tebessüm yerleştiren özel kadın…

Bir Suna Pekuysal geçti bu dünyadan…

80 Beğen